Canan İken El Oldum

  
Genç yetişkin olma yolunda, pek de emin olmayan adımlarla ilerleyen herkese yeniden merhaba!

    Deva değil, dert oldum,
    Gül değil, diken oldum,
    Canan iken el oldum...

Bu hafta, “canan iken el oldum” diyen herkese armağan ettiğim şarkının sözleriyle giriş yapmak istedim. Çünkü bu hafta “el olanları” konuşacağız. Unutmak, unutulmak, yabancılaşmak... Hepsi üzerine çok düşündüğüm bir hafta oldu. (Bir hafta kısmı yalan; o da takıntılı olduğumu düşünmeyin diye.)

Sosyal kelebek olmak bir yana, hayatını adadığı bir kişi bile olsa, hepimizin ortak bir korkusu var: unutulmak. Hayatımıza çeşitli sıfatlarla pek çok insan giriyor. Arkadaşlar, dostlar, sevgililer, aile fertleri... (Aile de sondan eklemeli dil ailesine dahil, biliyorsunuz.)

Hiç hayatınızdan çıkan veya çıkardığınız insanları merak ettiğiniz oluyor mu? Bir zamanlar çok sevdiğiniz o insanın iyi olup olmadığını merak ettiğiniz? Peki, severek veya özlemle hatırladığınız insanların, o dönemki sevgisinden bile şüphe edecek kadar “el olmuş” hissettirdiği? İşte tam olarak bu sorgulamaların içinden geçip geldim. (Ateşlere yürüyorum, korkmuyorum.)

Kiminizin “sosyal kelebek” olarak adlandırabileceği, kiminizin ise hayatına yeni giren birine her şeyini veren biri olarak değerlendirebileceği bir insanım. Kısacası, çevresi çok sık değişen, bazen yalnız, bazense zamanı yetmeyen biriyim.

Bundan aylar öncesinde kaçıngan bağlanma stilim olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. (Bloğu takip etseydiniz, ıssız adam olduğumu öğrendiğim bölümü okumuş olurdunuz.) Yani, hayatımın büyük bir çoğunluğu “terk etmekle” geçti. Bulunduğum yeri, birlikte olduğum kişileri, arkadaş olduğum insanları... Çünkü ömrümün büyük bir kısmını hep “gitmem” gerektiğini hissederek geçirdim. Tabii iyi sonuçları olduğu gibi, kaçınılmaz bazı pişmanlıklar da yaşattı. Takdir edersiniz ki, hayat devam ediyor ve geride bıraktığınız insanlar da ayak uyduruyorlar. Bazı pişmanlıkların ardından yakama usulca ilişen bir tereddüdüm vardı artık: “Belki de beni hiç sevmediler zaten.”

Sevilmemekten korkarak gitmem gerektiğini hissetmelerim işlevsiz kalmıştı; neticede aynı şüpheye düşmüştüm. Bu şüpheden çıkışım ise epey vaktimi aldı. (Kestirme yol haritasını buraya bırakıyorum, sırf benim kadar zaman kaybetmeyin diye.)
Bugün geldiğim noktada, size başka bir perspektiften anlatacağım “canan iken el olma”yı.

Unutulmak dediğimiz şey, düşündüğünüzde can yakıcı bir unsur olabiliyor. Hele çok sevdiğimiz, değer verdiğimiz insanlar tarafından unutulduğumuzu düşünmek... Zaman zaman sizi de duvardan duvara vurdu, biliyorum. Ama size hiçbir psikologdan, hiçbir tarot kartından, hiçbir kahve falından öğrenemeyeceğiniz bilgiyi vereyim: Unutulmadınız!

(Sen yine de o telefonu elinden bırak, mesaj atmaya kalkma.)

Anı dediğimiz şeyler nedir? Çoğu zaman, küçük anlarla, seslerle veya kokularla hafızanızda canlanan görüntülerden ibaret diye düşünebilirsiniz. Hafıza budur işte. Unutmak dediğimiz şeyi, herkes “hiç olmamış gibi silmek” zannediyor. Maalesef değil. Yaşanmış bir olayı yaşanmamış kılamadığınız gibi, hafızanızdaki yerini de silemezsiniz. Bazen bazı anılar, bazı sesler, yüzler silikleşir; ama hissi kalır. Buna unutmak denebilir mi?

Anılarınız, altını kapatmayı unuttuğunuz bir ocak değil. Alışveriş listesindeki enginar değil. Çıkarken atmayı unuttuğunuz çöp değil. (O nitelikte olanlar elbet var, ama bazen kokar o çöp; engel olamazsınız.) Anılarınızı gündelik sorumluluklar gibi silemez beyniniz. Çünkü yaşadınız bir kere. Yaşanmamış kılmak için çok geç artık.

Ben hayatım boyunca değer verdiğim herhangi birini unutabileceğime hiç inanmadım. Nitekim unutmadım da. Ama alıştım. Unutmamaya, bazı anılarla yaşamaya, bazı sızıların samimi hissine... Kim kimin hayatından çıkmış olursa olsun, hafıza o kadar garip bir şey ki, unutulmadığınıza kefil olabilirim.
 
Unutulmamak size bir güç zehirlenmesi getirmeden, bahsetmek istediğim başka bir konu da o unutulamamış anılarla ne yaptığınız. Yani anılarınızla yaşamaya da alışmış olabilir insanlar.

Bazı anılar “anı” olmalıdır. Bazıları kokar, bazıları damağınızda eşsiz bir tat bırakır. Ama onların yeri "geçmiştir" artık. Bir insanı özlemeniz, merak etmeniz, iyiliğini istemeniz için illa hayatınızda olmasına gerek olmadığını öğrenirsiniz bu hislerin yoklamalarına alıştığınızda.

Demem o ki, unutulmasanız bile insanlar hayatınızdan çıkabilir ya da sizi çıkarabilir. Yine de size nasıl davranıyor olursa olsun, anılarındaki yerinizi silemezler. Tıpkı sizin de silemediğiniz gibi. O anılarla size öfke besleyebilirler (duygular başka bir konu, tamamen kişisel — yani bir şey diyemem), o anılarla size iyi dileklerde bulunabilirler, en son da o anılarla yaşamayı öğrenerek sizi özgür bırakabilirler.

Sevilmeniz için o kişinin hayatında olmanıza gerek yok. Sizi özlediği için aramasına gerek yok. Sizi yaşatması için yeni anılara gerek yok. Pekâlâ, sizi unuttuğunu zannettiğiniz insanlar sizin için iyi dileklerde bulunuyor olabilirler. Sizi anılarındaki hâlinizle sevmeye devam ediyor olabilirler. Hatta belki o anıları mahvetmekten korkacak kadar sizi sevdikleri için uzak duruyor bile olabilirler.

Peki, o zaman biz neden unutulduğumuzu varsayıyoruz?
(Bu yaşıma kadar şu konuyla kendime işkence ettim, bahsetmem gerekiyor.)

    Madem hafıza var.
    Madem koku, tat, ses var.
    Biz neden unutulduğumuzu düşünüyoruz?

Sizi bilemem ama ben kendime hiç değer vermediğimi, bu konuyu düşünürken fark ettim. Hafızada yer kaplayacak kadar bile varlığım olmadığını düşünmekle aynı şey yani. Evet, insanlar var; ben onlara yıllarca değer verebiliyorum. Ama ben bunu hak etmiyorum sanki. Neden? Şimdiye kadar neden hep gitmem gerektiğini hissettiysem, ondan tabii ki.

Siz siz olun, varlığınızın farkında olun. Şakalarınızın hâlâ bir yerde dolaştığını, geçtiğiniz sokakların adınızı fısıldayan yerler olduğunu, bıraktığınız acının, büyüyen bir ruhun gurur duyduğu izi hâline gelmiş olabileceğiniz ihtimalini göz ardı etmeyin. Nasıl hatırlanacağınızı bilemem, ama unutulamayacağınıza biyoloji şahidim olsun ki kefilim.

Şimdi sormak isterim:

Birini sevmek için illa hayatında olmak gerekir mi gerçekten?
Ya da her özlediğinizi arayabiliyor musunuz?

Bu kez sevdiğiniz, özlediğiniz kim varsa, ona bir mektup olsun bu bölümün yorumları.
Seviliyorsunuz. Görüşmek üzere.

Yorumlar

  1. merhaba sevgili yazar,
    unutmak da unutulmak da bir mesele evet ama konuya bu noktadan değil "hatırlanmak" penceresinden baktınız mı? veya (belki biraz dramatik olacak ama) ölümün kovaladığı varlıklarız. bu olguyu da denkleme kattığımızda geride bıraktıklarımızı sadece anılarla yaşatmak onların ölümle olan kovalamacasına bir şişe su uzatmak olmaz mı? yani metaforlardan çıkacak olursak bu kişileri hala sevebiliyorsak hala hatırlayabiliyorsak geride bırakan biz de olsak geçtiğimiz sokaklarda adımlarını hala duyabiliyorsak onları varlıklarıyla yaşatmak yerine neden mezarları başında anılarını anıyoruz? bu kendini "ıssız adam" olarak nitelendirilen siz sayın yazar için bile biraz fazla korkakça kaçmıyor mu?

    YanıtlaSil
  2. Çok sevgili okurum. Hatırlanmak için o kişiden yoksun kalmaya gerek olmadığını düşünüyorum kanımca. Ölümle kucak kucağa yaşadığınızı sadece ölümle burun buruna gelince hatırlamamak gerekiyor. Yaşamınızı "ölümlü dünya" prensibine göre yaşıyorsanız, elinizden geleni zaten yapıyorsunuz. Ama sizin zaaflarınız devreye girdiğinde yaptıklarınız değil de yapamadıklarını mevzu bahis oluyorsa o ilişki içerisinde bile insan olduğunuz "hatırlanmıyorsa" o ilişkiler, arkadaşlıklar güzel hatıralar olarak kalmaya mahkum oluyorlar. Yani mesela unutmak veya unutulma tartışmasına gelmeden önceki hatırladığınız kadar hatırlanmadığınızı fark etmekte kopuyor.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar